11 Temmuz 2009 Cumartesi

SMV (Stanley Clarke, Marcus Miller, Victor Wooten) 08.07.2009 Açık Hava Sahnesi



Bu ara sondan başlamayı seviyorum.

Konser bittikten sonra eve döndüm ve sabah beşe kadar uyuyamadım. Sıkıntı ya da stres yüzünden değil, müzik kulaklarımdan çıkmasın, tüm konser boyunca tüm bedenime yayılan titreşim sürsün ve konser hiç bitmemiş olsun istedim. Kendimi hiç bu kadar enerji dolu hissetmemiştim.

Konser çıkışı bile sevimsiz değildi. Herkes o kadar güzel yorumlar yapıyor ve tahminen bir daha ellerine gitar alamayacaklarından hayıflanıyordu ki, çıkış hiç problem olmadı. Son zamanlarda Açık Hava konserlerinde bir sorun oluyor. Sanırım sonrasında arka kapı sıkışıklığını yaşamamak için konser bitmeden izleyici akın akın çıkıyor. Bu sefer öyle bir şey dahi olmadı.

Konser anlatamayacağım kadar iyiydi. Seyirci de kendini kaptırınca Açık Hava, almış olduğu tüm hasara rağmen, son yılların en güzel konserinin mekânı oldu. Eğer yağmur dahi yağsa, kimse yerinden kıpırdamayabilirdi. Bis sonrası herkes ayakta ve büyük bir coşku ile alkışlarken bir miktar hava bitti ama zaten nefeslerimizi tutmuştuk.

Tüm biletler satılmış, merdivenler bile satılmış bir konserde bir beyefendinin
-kendisinin çok şanssız olduğunu düşünüyorum ve umarım iyidir- rahatsızlanması sebebi ile konser biraz geç başladı. Geç başlama sebebinin söylenmesi de ayrıca güzel bir davranıştı. Orada o kadar insan, o sıcakta bekliyor ise neden beklediğini bilmeye hakkı var.

İKSV, çok emek harcıyor, zorluyor ve tüm şartlara rağmen çok önemli işleri başarıyor ve Matraş’a teşekkürler, bu sene de yine ve yeniden sponsor olduğu için.

SMV Ekibi:

Stanley Clarke bas gitar ve kontrbas:



Bu kadar büyük bir adam olduğunu unutmuşum. Bir beysbolcu edası ile sahneye çıkıp, parmakları ile çaldığı bas gitarı ile önce geride durmayı tercih edip, sonra kontrbas’ı bir gitar edası ile çaldığında ve en önemlisi Milano’yu çaldığı esnada mükemmelliğin kanıtı idi.

Marcus Miller bas gitar ve saksafon:



Kim ne derse desin, tüm hayranlığımdan olsa gerek bence, grubun beyni, dengesi ve kontrolörü. Geri de dursa, hatta konserin yarısında çekip gitse yine de onun izleri her yerde olurdu. Bas gitarı ile slap dersi, saksafonu ile Michael Jackson’dan Human Nature yorumu, davul ile atışması.

Victor Wooten bas gitar ve çılgınlık:


Üç yaşından beri bas gitar çalan bu yetenekli genç (SMV’nin en genci belki daha doğru olur) basçısı konserin başından sonuna performansı inanılmaz kılan kişi idi. Albümünde şöyle bir parça var: I saw God.


I Saw God - Victor Wooten

Federico Gonzalez (pena tuşlu çalgılar) ve Derico Watson (davul) konseri eşsiz kılan diğer kişilerdi. Bilhassa davul ve bas gitar atışmaları mest etti.

Konserin sonunda çaldıkları Beat It ile ile Michael Jackson’a gönderilen selam ve “It doesn't matter who's wrong or who's right” diye mırıldanarak eve dönmek çok yerinde idi. Ayrıca son sigara içtiğim Açık Hava konserin, izlediğim en güzel konseri olması epey akılda kalıcı. Yıllar sonra şöyle diyeceğim: Biz bir SMV konseri izlemiştik Açık Hava'da inanılmazdı, üstüne üstlük sigara dahi içebilmiştik son kez olsa da. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim. Hollanda'da sigara içme yasağı başladığında Leonard Cohen'in Amsterdam konserine gitmiş ve sigara içmiştik, çünkü konser açık hava konseri idi.




SMV - Stanley Clarke, Marcus M / Thunder - S.M.V.

28 Haziran 2009 Pazar

Loreena Mckennit 13.06.2009 İstanbul Konseri


13 yıl önce yine Açıkhava sahnesinde izlemiştim Loreena Mckennit’ı. Sesi, müziği, nezaketi, zarafeti hiç değişmemiş, tutkusu artmış hala çok genç bir kadın duruyordu karşımızda. Hepimizin hayatında bunca yılda içinde doğumlar ve ölümler de barındıran büyük değişiklikler oldu. Mckennit için ise, 1998 yılında nişanlısını bir yelken kazasında kaybetmenin acısı ile 2005 yılına kadar müzik yapmamak, yeni bir albüm çıkartmamak olmuş. 1999 yılında yayınlanan albüm ise nişanlısı ölmeden önce hazırlanmış.



Başlangıç noktasını şu veya bu şekilde, hepimizin, bir diğerimizin geçmişinin uzantıları olduğuna inanışı olan sanatçı, kendi Kelt köklerini aramak üzere yolculuğa çıkmış, yolculuğunda, Ankara, Bursa ve kervansaraylara uzanmış. Albümlerinde de İstanbul’a, kervansaraylara yer vermiş. Bahçesine her bahar yeni bir yiyecek ekmeyi ihmal etmemiş, şükran gününü ise kendisine bahşedilenleri kutlamak için ailesini buluşmuş.



İşte yine karşımızda idi. Sıkça, An Ancient Muse albümünden şarkılara ver verdi. Şarkı söylerken bir yandan da arp, piyano ve akordeon çaldı. Ayrıca sahnede bulunan diğer enstrümanlar arasında görebildiklerim ud, gitar, buzuki, çello, davul ve kemençe idi. Hiç değişmemişti ve sanki yine aynı kıyafetle gelmiş gibi geldi bana ve itiraf etmeliyim ki Loreenna Mckennit’i sevmekle beraber uzun süre dinlemek bende sıkıntı yaratıyor. Sanki bir noktadan sonra sürekli aynı şarkıyı söylüyormuş gibi geliyor. Ormanlar, kırlar, özgürce at binmek, Orta Dünya’nın kapıları ve diğerleri. Çok güzel bir konserdi ama eve gidip biraz MetallicA dinlemek daha da iyi geldi.


Caravanserai - Loreena McKennitt

Açık Hava tamamen dolu idi. Bense konser öncesi önümde oturan bir kadının sırtına döktüğüm kahve sebebi ile epey bir mahcubiyet içinde yerini bırakıp kafeteryanın oradan izlemeyi tercih ettim. Hem kahve dök, üzerine püfür püfür sigara iç fazla olacaktı. Konsere Emine Erdoğan’ında gelmesi sebebi ile muhafazakâr kesimden de epey insan vardı. Emine Hanım umarım sadece konsere gelmekle yetinmeyip, İKSV’ye de destek veriyordur. Bu sene İKSV destekleyici bulmak için olağan üstü bir çaba harcamasına rağmen, kriz sebebi ile sponsorlarını yitirmekte.

Han-Na Chang



Koreli Han-Na Chang çok başarılı bir çelist. Sir Edward W. Elgar’ın Viyolonsel Konçertosu’nu hiç zorlanmadan ve büyük bir keyifle yorumladı. Ön sıralarda bilet bularak konseri izleme imkânı bulan bir arkadaşım, konser boyunca Han-Na Chang’ın garip sesler çıkarttığını ve bu seslerin çok rahatsızlık verici olduğunu söyledi. Çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Benim oturduğum bölümden gördüğüm sürekli gülümseyen ve dünyanın en kolay işiymiş gibi çello çalan gencecik bir kadındı. Meğer aynı zamanda Viyolonsel dünyasının Sharapova’sı imiş.




Büyük bir keyifle tüm hafta boyunca, Han-Na Chang’ın Vivaldi Çello Konçertosunu dinlemiş biri olarak, tek istediğim bu konçertoyu canlı dinleyebilmekti. Konser programından da oraya gidene kadar haberim yoktu, Mahler’in konuyla ilişkisini de anlayamamıştım. Birinci yarı bitip, izleyiciler defalarca ve aralıksız alkışlayınca ve ikinci bölüme birçok kişi kalmayınca Han-Na Chang’ın bir daha gelmeyeceği belli olmuştu. Peki, onca alkışa ve sevgiye kısa da olsa Vivaldi’nin Çello Konçertosundan ya da diğer albümlerinden bir bölüm çalamaz mıydı? Arada metalik ses, Han-Na Chang imzalı CD satıldığını buyurdu. Diskografisinde, yorumlamadığı eseri icra etmenin albüm satışlarına etkisi olacak mı merak ettim?




Mahler Edwar Elgar'a Karşı:



İkinci yarıda ise şef Klaus Weise yönetiminde Bilkent Senfoni Orkestrası, Gustav Mahler’in 5. Senfonisini 70 dakika boyunca hiç düşmeyen bir tempo ile yorumladı. Keşke programı önceden bilsem ve biraz da Mahler dinlemiş olsa idim. Benim için klasik müzik sıkça dinledikçe daha da keyifli hale geliyor. Çok etkileyici ve zaman zaman insanı hüzne boyan 5.senfoni tek başına da oldukça doyurucu idi. Söyleyeceğim bu yıl Müzik Festivali çok başarılı. Bütçeyi çok güzel kullanmışlar.

Han-Na Chang Diskografi

VIVALDI (Güz 2008)
ROMANCE (2007)
SHOSTAKOVICH (2005)
PROKOFIEV (2003)
The Swan (2000)
Haydn (1998)
Debut DISC: Tchaikovsky, Saint-SAENS (1996)

20 Haziran 2009 Cumartesi

Patricia Kaas Kabaret



And Now Ladies and Gentlemen,

Patricia Kaas sizi yeni kabaresi Kabaret’i izlemeye çağırıyor. 1930’lara övgü niteliği taşıyan bu gösteri, o zamanın ruhunu, günümüz sanat anlayışı ile harmanlıyor. 13’ü yeni, toplam 23 şarkı şarkıdan oluşan, dijital bir sahnenin önünde sergilenen dans ve müzik gösterisi. Başrol Kaas’ın, arkasında olağanüstü yetenekli dansçı Stephanie Pignon, zaman zaman gerçek zaman zaman arkada kurulan ekranın içinden devam eden balonlar, bir sandalye, bir yatak başı ve diğerleri. Berlin’den, Paris ve Buenos Aires’e uzanan bir yolculuk.



Tamamı Lanvin tarafından hazırlanmış kostümler. Sabah dışarı çıkan Kaas, günlük işlerini bitirdikten sonra yemeğe gidiyor, evine dönüp pijaması ile yatağında uyumak dışında ne yapılırsa onları yapıyor, sabah oluyor, üzerine geçirdiği sabahlığı ile bir kadının 23 saatini anlatıyor. Sesi, dansı ile saf bir erotizm, çok seksi bir kadının, güçlü erkeksi ve boğuk sesi ile daha da hareketleniyor.

"eğer yapmak gerekseydi
dünyayı durdururdum
seni uykusuz bırakan
ışığı söndürürdüm
eğer seni mutlu etmek için
hayatsız bir çöldeki
engelleri kaldırmak
gerekseydi
denizi bulurdum
ve eğer bunu yapmak gerekseydi
yağmuru durdururdum” diyor Et s'il fallait le faire şarkısında.


Koreografi çağdaş dans ile klasik baleyi harmanlamakta oldukça başarılı Regis Obadia tarafından yapılan bu Kabaret Tur, 07.11.200 tarihinden itibaren tüm Avrupa’yı dolaşıyor, Rusya’da 28 şehirden sonra İstanbul’da ve 2009 sonuna kadar da devam edecek.



Siyah bir fonun önünde kırmızı bir K harfi ile gösteri başladı. Her ne kadar kendisinin bembeyaz ve incecik olmak ile ilgili şikâyetleri olsa da, oldukça atletik ve küçücük bir kadın olan Kaas sahneye geldiğinde, biraz önce tuvaletlerden ve diğer her şeyden de şikâyetçi olan izleyici halinden çok memnun görünüyordu. Açıkhava nerede ise dolu idi, son derece sıkıcı, kibirli, Fransız hayranı bir kitle Kaas’ı heyecanla izledi. Biz ise pintiliğimden konseri en arkalarda izlemek zorunda kaldık. İki yana asılı dev ekranlar olmasa idi, konserin görsel tarafını tamamen kaçıracaktık. Bu Kabaret kesinlikle kapalı mekânda olmalı idi. Açıkhava Sahnesinde konser izlemek keyifli olsa da; bu gösteri için yanlış seçim olmuş. Ses dağıldı, gösteri çok görsel, bir hikâye anlatılıyor, arkada çalışan bir Kule Vinç, Cahide’den yükselen Türkçe pop şarkıları ve daha niceleri.

Kaas kendini yenilemeye devam ediyor. Bu gösterinin dansları için 150 saatten fazla çalışmış. Tüm Fransa ve Dünya bana hayran ne yapsam tutar düşüncesinde değil. Acaba bu gösteriyi izlemeye İstanbul'da kaç şarkıcı, sanatçı gelmiştir? Gelip görseler, 44 yaşında dünya çapında ün sahibi, bu kadının yeni bir şey yaratma tutkusunu. Kendi topraklarından beslenip, başka bir yüzyılın stilini yepyeni bir şölen ile sunmayı. Çılgınca dans ediyor, şarkı söylüyor, oynuyor ve hiç nefessiz kalmıyor. Yürürken bile sanki başka bir ışık saçıyor. Kendine o kadar güveniyor ki Stephanie Pignon’un dansları arasında bile kaybolmuyor.



"Ne istemediğimi biliyorum. Her zaman ne istediğimi bildiğimi söyleyemem ama ne istediğimi bildiğimi biliyorum diyor Kaas ve yaratıcılıkta sınır tanımıyor.

Konser sonrasında okuduğum bir yazıda; organizatörler Kaas istediği gibi alışveriş yapabilsin diye Mayadrom Alışveriş Merkezi'nin 'New Upstores' adını taşıyan katını kapatmış. Dior, Lanvin ve belki de Chanel bizzat onun için kıyafet hazırlamak için birbirleri ile yarışırken eminim Kaas, New Upstores mağazasında satılan geçen sezonun kıyafetleri ve ürünleri ile büyük bir mütevazılık içinde ilgilenir gibi yapmıştır. Onun yerine Kapalı Çarşı’ya götürmek bile daha iyi bir tercihmiş gibi geldi bana.

18 Haziran 2009 Perşembe

Kodo 15.06.2009




3 Mayıs 2009 Pazar

Fazıl Say ve Arkadaşları ÇYDD için Sahnede



Fazıl Say, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği için, ne zaman olsa geleceğinin sözünü onca sene öncesinde Türkan Saylan’ a vermiş biri olarak ÇYDD’nin okuttuğu öğrencilere burs sağlanabilmesi ve ÇYDD’nin yirminci yılını taçlandırmak için, hiç para almaksızın yine sahnede idi. Gerekirse haftanın yedi günü sahnede kalırım demişti Türkan Hanım’a.

Konser, Türkan Saylan’ın konuşması ile açıldı. Ne de genç, ne de sağlıklı ve bir o kadar da güzel görünüyordu tekerlekli sandalyesi ile sahneye gelen bu hanımefendi. Konuşmasında, güzel Türkçesi ile ÇYDD olarak yirmi yıldır emek verdiği, küçücük bir umut ile başlayan ve ülkenin eğitim ile kalkınmasına katkıda bulunabilmek adına baş koydukları bu çabanın üzerine sürülmeye çalışılan kara lekeye nasıl karşı durduklarını anlatarak, derneğin yönetim kurulu üyelerini sahneden alkışladı ve biz de ona eşlik ettik.

Akabinde sahneye Fazıl Say çıktı, yanında kızı Kumru ile bizi selamladı ve piyanosunun başına geçti. Say piyanonun tuşlarına dokunmaya başladıkça, zaman dondu, Chaccone’u (Bach- Busoni) defalarca dinlemiş olmama rağmen, hayatımda daha iyi bir yorum dinlemediğimi düşündüm.


Bach-Busoni-Chaconne - Fazil Say
Çıplak ayakları ve kemanı ile sahne alan Moldovalı sanatçı Patricia Kopatchinskaja, gerek yeteneği, gerek mimikleri ile çok etkileyici bir ortam yarattı. Sahnede izlediğimiz bu iki yaramaz çocuk bizi büyüledi, hep beraber Odam Kireç Tutmuyor’un hüznüne kapıldık. Patricia Kopatchinskaja’nın arşeyi kemanla buluşturması ve beraberinde Say’ın piyanonun tuşlarına dokunması ile oluşan yorumlama anlatılması güç bir müzik tutkusu idi.


Doğu’nun gizemli çalgısı neye ses veren Burcu Karadağ ile Fazıl Say’ın piyanosu ile ses verdiği Kâtibim, gözlerime dolan yaşların akmasına sebebiyet verdi.

Fazıl Say’a Çağ Erçağ’ın viyolonseli, Cihat Aşkın’ın kemanı, Bariton Güvenç Dağüstün’ün güzel sesi ve Astor Piazzolla’nın eserlerinin yorumlanmasında, Tolga Salman’ın bandoneon’u eşlik etti.


Konsere 1000 ya da 2000 kişi gelmiş, o kadar çok bilet satılmış ki, dinleyicilerin bir bölümü konseri sahnede izlemek zorunda kalmış yorumları, sahnede o kadar izleyicinin olmasının verdiği rahatsızlık, arkadaşlarım geciktiği için konsere girmeden sigara içmeyi başaramamış olmam, konser öncesi Borsa’da birer içki içmeye kalktığımızda, barmenin laubalilik ile karışık yüzsüz samimiyeti, yine araba ile geldiğimize pişman oluşumuz, Biletix'in bir yardım konseri bileti için 15,00 TL hizmet bedeli almasını, hepsini unuttum aklımda sadece müzik kaldı ve gözlerimin tüm konser boyunca dolu dolu olması.




Ayfer Tunç’un Alafranga İhtiyar adlı öyküsünde, Anadolu’nun bir kasabasından, İstanbul’a gelip, Darüllelhan’a müstahdem olarak girmiş; gündüzleri severek, Brahms, Haydn, Meyerbeer, Mendelssohn, Mussgorski, Balakirev dinleyip; akşamları teneke sobasının üzerinde kaynattığı çaydanlığından doldurduğu çayını kıtlama şeker ile içen yaşlı Hüseyin Ulvi Efendi’nin hikayesini, Teknik Üniversite’de yüksek tahsil yapan genç bir münevver namzeti olan ancak Klasik Batı Musikisi zevkine vasıl olmak için gayret gösterememiş, genç bir hafiye tarafından bize anlatılır.

Hüseyin Ulvi Efendi, kasabasından İstanbul’a gelip, konservatuarda iş bulunca, öğrenmek iştihasıyla her şeyi tektik ediyor olmasına rağmen mektep’i tuhaf bulurmuş. Daha önce hiç görmediği tuhaf borular, acayip sesler çıkaran çalgılar, Batı musikisi dedikleri şeyi ise gürültü olarak yorumlar, kendi memleketinin havalarını, yanık türkülerini özler ve kıyaslarmış. Ancak okul tatile girince, asıl burada duymaya alıştığı gürültüyü çok özlediğini fark etmiş. Bazen okulun piyano hocası Tahsin Bey, Ulvi Efendi’yi karşısına oturtur, saatlerce çalar ve Ulvi Efendi’ye nasıl bulduğunu sorarmış. O zaman Ulvi Efendi bir şey diyemez fakat gözleri dolu dolu olur, bir nota daha vursa, gözlerinden yaşlar geleceğini bilirmiş ve sorarmış “Hocam bu nasıl bir şey ki böyle, insanın gözlerinden yaşlar getiriyor?”

Tahsin hoca öyle hususi bir şahsiyet imiş ki, kimseyi incitmez, kırmaz, insanları ayırmayı sevmez, mütevazı, yüksek ruhu ile sanatın bilhassa musikinin insanları bir gayede birleştirebilecek tek kıymet olduğuna inanırmış. Yüksek tabakada bir âlim ile, aşağı tabakadan bir amelenin, musiki aşkı ile bir araya gelebildiklerini, musikiden lezzet alma anında birbirleriyle dost, adeta kardeş olduklarını anlatır Ulvi Efendi’nin Batı Musikisini biraz da bilerek sevmesi için gayret edermiş.

Ben Fazıl Say’ın da Tahsin Hoca’ya benzer bir gayret içinde olduğuna inanıyorum. Hem inanılmaz bir yeteneğe hem de bu özveriye sahip bir sanatçıyı takip etmek çok güzel. “Sözler değil, yapılanlardır asıl olan” diyerek, tüm mütevazılığı için ayrıca çok saygı duyuyorum. Zubin Mehta’nın eşliğinde de defalarca çalan bu dahi adam, diğer sanatçı arkadaşlarını hem sahneye girdiklerinde hem de giderken öyle güzel onurlandırdı ki bu da onun büyüklüğünün bir göstergesidir sadece. Tıpkı konser sonrası, Türkan Saylan’ın Prof. Dr. Ayşe Yüksel’i takdimi gibi.

Sonra eve döndüğümde saatlerce 1001 Nights in the Harem’i dinleyip gecemi tamamladım.

29 Nisan 2009 Çarşamba

Ute Lemper "Dün İle Yarın Arasında İstanbul Konseri"


İş Sanat’ta koltuklarımıza oturmuş, konserin başlamasını beklerken, bir önceki konserini hiç unutmadığımı ve üzerinden sadece birkaç yıl geçmiş olabileceğini düşündüm. Hâlbuki tam dokuz yıl önce, 2000 yılında Caz Festivali kapsamında Cemal Reşit Rey Konser Salonunda izlemiştim. Giydiği kıyafetten, söylediği şarkılara, tavırlarından, esprilerine kadar, tüm o konseri bir nefeste, ezbere anlatabilirim. O konserde, melon şapkası, siyah pardösüsü, elinde bastonu seyirciler arasından çekip çıkarttığı Erman (Herman diyerek) ile epey uğraşmış ve bize çok keyifli anlar yaşatmıştı. Acaba Erman tekrar gelmiş miydi konsere?

Seyirci ile iç içe ve bir o kadar da mesafeli, ilk bakışta güzel olduğunu düşünmediğim ama şarkıları söylemeye başladıkça büyüleyici bir hal alan bu soylu, yetenekli, yaşsız sanatçı konsere başladığı an itibariyle bizi yerlerimize zincirledi. Her şarkıda başka duygular oluşturdu, İngilizce, Fransızca, Almanca şarkıları eşliğinde Bertolt Brecht’in sözleri, Elvis Castello, Nick Cave, Tom Waits besteleri, Edith Piaf, Marlene Dietrich, Jaques Brel şarkıları bir bir sahneden süzüldü. Surabaya Johnny’i (Brecht-Kurt Weill ikilisinin müzikallerinden biri olan Happy End’de de söylenen oldukça etkileyici bir şarkı) kulağımıza üfledi. Jaques Brel’in Amsterdam şarkısını yorumlama şeklinden hoşlanmamış olsam bile diğer yorumları mükemmeldi.

Sahneye Erman’ı çağırmadı ama bunun yerine "Ghosts of Berlin" şarkısı eşliğinde İstanbul’un hayaletlerine, cinlerine seslendi. Fısıltılar, ıslıklarla süsledi tüm eleştirisini, ironiyi. Piyanonun üzerine uzandı, kontrbasın kenarına tünedi, davullarla tempo tuttu ve gitara da kendi üslubunca selam verdi.

Boynuna taktığı kıpkırmızı tüylü aksesuarın geçmiş hikayesini anlatırken, Dietrich, Piaf, Margaret Thatcher, Angela Merkel, Carla Bruni’ye göndermeler yaptı. En sonunda Emine Erdoğan’ın da bu kırmızı aksesuarı istemiş olabileceğinden bahsedip, seyirciyi epey güldürdüğüne emin olduğu anda ise şaka yaptım diyerek başka seslere pencere açtı. Dans, tiyatro müzik, kabare, mim sanatlarının her birini sergileyerek, All That Jazz’ı yorumlayıp konserini bitirdi.

Bir yerde okumuştum ayrıca çok iyi bir ressammış. Tahminim bir daha izlediğimizde sahnede fısıltının resmini de çizecektir.


Passionate Fight - Ute Lemper

25 Nisan 2009 Cumartesi

DOTBİLSARDA VUR/YAĞMALA/YENİDEN 05.04.2009 Bilsar İstanbul

Altı Haftada Altı Dans Dersi

DOT haricinde, Türk Tiyatrosuna oldukça önyargı ile yaklaştığımı biliyorum ve aslında bu durumdan hiç hoşlanmıyorum. Aynı zamanda, her oyunda “Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları” adlı araştırma kitabında, Coşkun Buktel’in tespitlerini hatırlayarak bir oyunu beğenmekte hep zorlanıyorum.

Bu önyargıyı kırmak ve Lorca’nın “Tiyatro, kitaptan çıkıp insancıl olan şiirdir” sözüne tutunarak, uzunca bir süredir, her ay bir yeni oyuna gitmeye özen gösteriyorum. Belirli bir formül ya da türe bağlı kalmaksızın, okuduğum eleştirilere, arkadaşlarımdan gelen önerilere bakarak, gidilecek oyunu seçiyorum.





Bu sefer seçtiğimiz oyun, bileti haftalar önce almak sureti ile yer bulabildiğimiz, ilk gösterisini Broadway at the Belasco Theater’da sergilemesinden itibaren, dünya genelinde otuza yakın şehirde oynanan, bu yıl filme de çekilecek olan “Altı Haftada Altı Dans Dersi” adlı oyundu.

Bir rahibin karısı olarak Florida Clearwater kasabasında yaşayan Bayan Lilly Harrison, yetmiş iki yaşındadır ve hayatına heyecan katabilmek için dans dersi almaya karar verir ve bir dans stüdyosuna başvurur. Dans öğretmeni olarak gelen kişi, oldukça asabi, geçimsiz, hayata kırılmış bir eşcinsel olan Michael Minetti’dir.

Konu tanıdık, geçimsiz ama yalnızlıkları ile boğuşan bu iki kişi, her bir dans dersinde biraz daha birbirlerine yaklaşırken, geçmişleri ile de yüzleşirler ve aralarında büyük bir dostluk, bir tür aşk doğar.

1.Dans: “Swing” Bayan Lilly karşısında son derece küstah ve paragöz bir dans öğretmeni bulur. Daha dans başlamadan kavga ederler, ancak Michael’in karısı çok hastadır ve bu işe çok ihtiyaç duymaktadır. Bu duruma üzülen Bayan Lilly, dans dersine başlar. İlk göze çarpan Bayan Lily’nin bu dansı çok iyi bildiğidir. Komşusu Aida, telefonla arar, gürültü yaptıkları gerekçesi ile kızar. Michael, her bir dans dersinde, dansın teorisini de anlatacağını belirtir.


2. Dans: “Tango” Bayan Lilly, Michael hakkında araştırma yapmış ve kendisine yalan söylendiğini için çok sinirlenmiştir. Bir Zorro edasında gelmiş olan Michael’a artık ders almak istemediğini söyler. Michael ise pes etmez ve bir eşcinsel olduğunu ve bunu açıklamaktan korktuğunu söyler. Sahne ikilinin Tango yapması ile biterken aralarında bir yakınlık oluşmaya başlar.

3. Dans: “Vals” İkili Vals eşliğinde birbirlerini daha yakından tanımaya başladıkça, yine aralarındaki gerilim artar. Bu sefer yalanı ortaya çıkan Bayan Lilly’dir. Sürekli bahsettiği, az sonra eve döneceğini söylediği kocasının yıllar önce öldüğünü itiraf eder. Dul, yaşlı bir kadın olmaya dayanamamaktadır. Çok iyi bir dansçıdır ama çok yalnızdır, dans edecek birine ihtiyacı vardır.

4.Dans: “Foxtrot” Bayan Lily kendisini iyi hissetmemektedir. Dans dersini iptal etmek için telefon dahi etmesine rağmen, Michael elinde çorba ile derse gelir. Arkadaşlıkları ilerler, bu derste Michael hakkında daha fazla bilgi edinirken, onu sevmeye başlarız.



5. Dans: “Ça Ça” Lilly ve Michael artık iki yakın arkadaştır. Beraber dışarı çıkıp, dansa gitmişlerdir. Eve döndüklerinde ise, Lilly çok üzücü bir haber alır ve duygularını açığa vurarak, hayatındaki en büyük acısını anlatır. Beraber Ça Ça yaparlar, ancak bu sefer müzik yoktur.

6. Dans: “Çağdaş Dans” Lilly kendisini iyi hissetmez ve dans etmeyeceğini söyler. Dertleri, endişeleri içinde önyargıları da ortaya çıkar.


Oyuncular:

Nevra Serezli: 1992 yılından beri, tiyatro sahnelerinden uzak kalmasına rağmen, oyunu tek başına sürüklerken, olağan üstü bir dansçı olduğunu da kanıtlamaktadır. Oyun süresince; asabi, yaşlı bir kadını, ilk defa biri ile çıkmak üzere olan gencecik bir kızın ruh halini, yaşadığı acıları, dansa tutkulu bir genç kadını, hasta ve yorgun birini başarı ile canlandırmaktadır. Provalar arasında kas zedelenmesi yaşamasına rağmen, bir an bile bir rahatsızlık yaşadığını düşünmek mümkün değildir.

Cihan Ünal: Oyunun hem başrol oyuncularından biri, hem de yönetmeni olması sebebi büyük bir sorumluluk üstlenmiş. Oyun öncesi ve sonrası oyun hakkındaki yorumları okuduğumda herkes oyunculuğunu öve öve bitirememiş. Bu rol için sakalını bile kesmiş olması inanılmaz bir haber gibi verilmiş. Bence zaten bir oyuncunun asırlar boyu hep aynı görüntü ile hep aynı rolü oynaması son derece anlaşılmaz. Oyunculuğu kötü, sahneden “ben eşcinsel rolü yapan bir oyuncuyum diye bağırırken”, nerede ise homofobik. Dans etmeyi de hiç başaramıyor. Eğer o dans edebiliyorsa, Kadın Kokusu (Scent of a Woman) filminde tango yapan kör Al Pacino ne yapıyordu?

Eleştirmenler, Cihan Ünal’ı yeni görüntüsü ile Antonia Banderas’a benzetmiş. Resme bakarsanız Banderas’tan çok kaleci Rüştü Reçber’e benzemiyor mu? “Banderas benden genç, o bana benzemeye çalışıyordur” diyebilen Cihan Ünal’ı, Al Pacino ile kıyaslamak elbette gereksizdir ama sürekli ne yapsa herkes tarafından beğenilmesi, övülmesi yerine arada sırada Kral Çıplak diyebilmek gerekmez mi?

Yönetmenliğine de söylenecek tek söz, suya sabuna dokunmadan, ne bir eşcinselin yaşamakta olduğu sorunları, ne de ömrünü bir rahibin karısı olarak sürekli baskı altında geçiren ve hayatını yaşayamamış olan bir kadının duygularını nerede ise es geçerek yönetmiş. Sihirli formülün arkasına sığınmış, biraz komedi, biraz gözyaşı.

Dekor

Kültür Bakanlığı “Yerel Yönetimlerin, Derneklerin, Vakıfların ve Özel Tiyatroların Projelerine Yapılacak Yardımlara İlişkin Yönetmelik” çerçevesinde başvuru yapan özel tiyatroların projelerine bu yıl biraz daha fazla ödenek ayırmıştır. Bu ödenek tutarlarının çok az olduğu tartışmasızdır ama bu oyun 63.000,00 TL ödenek alarak en yüksek ödeneği almış oyunlardan biridir.

Dekoru Nilgün Gürkan yapmış, yine eleştirmenler tarafından büyük beğeni toplamıştır. Bayan Lilly’nin evi okyanus Florida sahilinde olduğu için, dekorda panaromik deniz ve ufuk manzarası, yansıtma makinesi ile hareketli hale getirilmiş. Onun dışında dekor diye bahsedebilecek bir şey göremedim. Bilhassa sahne geçişlerinde uzun süreli karartmalar sonrası, dekorda hiçbir şeyin değişmemesi ve bekleme süreleri oldukça sıkıcı idi. Evet şimdi de manzara görüntüleri için muhteşem bir dekor diyen eleştirmenleri alkışlıyoruz. Neymiş fonda görünen deniz manzarasını, birkaç ışık oyunu ile değiştir, oraya çok güzel bir dekor çıksın.

Kostümler: Kostümler Faruk Saraç tarafından hazırlanmış. Nevra Serezli’nin giydiği tüm kıyafetler birbirinden güzeldi. Hem danslara hem de Nevra Serezli’ye çok yakışmış. Cihan Ünal’ın kıyafetleri de bir o kadar renkli ve oyun karakterine çok uygun kıyafetlerdi.


Yazarı Richard Alfieri: Florida’da doğmuş, Yale Üniversitesinden mezun olmuş, kariyerine New York’ta devam eden, senaryoları ile Emmy adaylıkları ve çeşitli ödülleri olan bir yazar.